aile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mayıs 2010

"Baba Zayıf" bir toplum mu oluyoruz?


Ahmet Yılmaz / Analiz
Gün aşırı aile problemleri duyuyoruz. Anlaşamamaktan söz edenler, değişmekten söz edenler, hatta ayrılıktan söz edenler…
Bir de geçmişe oranla farklı bir "örtülü kadın tipi"yle karşılaşıyoruz. Tesettürle bağdaşmayan kıyafetler, ilginç süsler ve yol ortasında eşiyle de olsa toplumun yadırgadığı hareketler… Veya başörtülü bir annenin yanında başı açık ve olabildiğine beden saçık giyinmiş, yirmili yaşlara merdiven dayamış kızlar…
Açıkçası, "yozlaşma" diye ifade ettiğimiz bir olumsuz değişmeyle karşı karşıyız. Bu yazımızda bunun nedenleri üzerinde duracağız.
Müslüman kadının görüntüsünde ve aile hayatında görülen değişmenin, kişilere göre değişim gösteren pek çok nedeni vardır:
Geleneksel dindarlık batılı hayat tarzına yeniliyor.
İnsan, farklı bir hayat tarzıyla karşılaştığında, genellikle dört aşamalı bir süreç yaşar:
Birinci aşamada farklı yönler dikkatini çeker, karşısındaki kültürün ona yabancı olduğunu fark eder.
İkinci aşamada kendisine yabancı bulduğu bu hayat tarzından korunması gerektiği düşüncesine varır, kendi hayat tarzına daha sıkı sarılır. Yeni ortamda kendi benzerlerini arar, onlarla birliktelik oluşturur ve eskisinden daha disiplinli yaşar.
Üçüncü aşamada tepki duyduğu hayat tarzında alınabilir yönler bulur, bu yönler bilinçle veya taklitle almaya başlar, ortaya karışık(melez), soysuz (tam olarak bir yere ait olmayan) bir hayat tarzı çıkar.
Dördüncü aşamada tepki duyulan hayat tarzı, farkında olunarak veya genele uyma taklidiyle asıl hayat tarzı olur, eski hayat tarzı reddedilir, unutulur.
Anadolu'nun farklı yörelerinden gelen aileler, şehirlerde karşılaştıkları Batılı hayat tarzından önce ürktüler; kendi değerlerine köyde olduğundan daha çok sarıldılar ancak bu eğilimleri şuurla ve cemaatleşmeyle desteklenmediğinden zamanla törpülendi. Değişimin üçüncü aşamasına geçtiler. Dindarlıklarını gösteren simgeler ve tutumlarla yozlaştırılmış Batılı tutumlar, onlarda bir arada göründü. Bu yozlaşmış, soysuzlaşmış hâl içinde kadın, başı örtülüyken kollarını açmada bir sakınca görmüyor ya da genç kız örtülüyken bir genç erkekle, sözde Batılı görüntü içinde, belki aklı başında bir Batılı'nın bile sokak ortasında tasvip etmeyeceği bir içli dışlılık yaşayabiliyor.
Melez kültür aşamasındaki kadın, ne dindardır ne de modern. Dindarlık gösterisi için eşarbı yeterli bulur. Bir erkekle içli dışlılığı ise bilerek veya bilmeyerek modern görünmenin, medenileşmenin(!), modernleşmenin, köylülükten kurtulup şehirlileşmenin tek göstergesi sanır.
Modernleşme gereği ve modernleşmenin yüceliği(!) zihinlere kazına kazına başı örtülü bir anne, kendi açılmasa da kızının açık olmasından gizli bir gurur duyabiliyor. "Örtün örtün dedik de o böyle tercih etti" diyerek ifade ettiği vakada kendisiyle ilgili olan kısım aslında kızını tercihinde serbest bırakmış olmasıdır, bunu (gizlice) kendisinin köylülükten uzaklaşıp modernleşmesinin bir belirtisi olarak satıyor, buna karşılık da çevreden bir kabul bekliyor ve çoğu zaman fazlasıyla da alıyor.
TELEVİZYON SOYSUZ BİR DİNDARLIK YETİŞTİRİYOR
İslamileşme, kendi mecrasında yüz yüze tebliğin bir neticesidir. Bir dönem, tebliğ dergi veya kitaba kaydı. Dergi ve kitap, bir mekânda satıldığından, böylece okuyucuyla dergiyi sunan arasında bir bağ kurup çevre oluşturduğundan çok olumsuz bir ortamın oluşmasına engel oldu.
"Televizyon tebliği" bundan farklı. Televizyon, soysuz kültürün baş üreticilerindendir. Bilgiyi verir,  insanları etkiler ancak alıcıyla bir bağ oluşturmaz. Alıcının yanlış anlamalarını düzeltecek, bilgiyi yanlış uygulamasını engelleyecek bir mekanizma kurmaz.
Öte yandan, modern çevrelerin tepkilerini çekmeme, izleyici kitlesinin her rengini koruma, sözde herkese seslenme ve (geçmişte) devlet kurumlarını kızdırmama gibi endişelerle televizyon programlarında İslam gereği gibi anlatılmaz, "cepheleşmeye yol açma suçlaması korkusuyla,  İslam'ın neyi reddettiği tam açıklanmaz; hak, batıldan ayrılmaz, bir ara renkte bırakılır. İzleyiciye melez, soysuz bir düşünce ve hayat tarzı sunulur.
Televizyonun en önemli izleyici kitlesini oluşturan kadınlar, televizyondaki vaazlardan etkilenip örtünüyor ancak bir cemaat bağına ulaşmıyor; dindar insanların hayat tarzını özümsemiyor, bir dindarın yapmaması gerekenleri bilmiyor, bilse dikkate almıyor, alamıyor.
MÜSLÜMAN KADIN, PROPAGANDADAN ETKİLENDİ
Dindar kadının 1994'teki belediye seçimlerinde Türkiye'nin siyasi hayatı üzerindeki etkisinin görülmesinden bu yana "Müslüman kadın"a yönelik, aileyi de içine alan şiddetli bir kötüleme kampanyası yürütülüyor. Müslüman kadın, "Doğulu kadın" ve "Köy kadını" olarak tasvir edilip onun hayat içindeki rolü sürekli kötüleniyor ve açıkçası kendi hayat tarzına karşı, öncelikle aile içinde, isyana çağrılıyor.
Bu bağlamda ailede İslamî hâl, "Köy hâli", "Doğu hâli", "Kürt hâli" diye toptan korlanıyor. Böylece Müslüman kadına saldırı, dine hakaretin dışına çıkarılıp kamufle ediliyor, meşrulaştırılıyor ve saldırı, davranış değiştirmeye yönelik korkunç bir kampanyaya dönüşüyor.
Dindar kadının bilinci, bu saldırı karşısında zayıf kalıyor; o saldırılara maruz kala kala farkında olmadan özde dindar, isteklerde modern oluyor, kocasına ve çocuklarına farkında olmadan (Belki ana farzlar ve yaygın haramlar dışında) Batı tarzı bir aile hayatını dayatmaya başlıyor.
İslamî ailede esas olan "bireyin farklarının korunduğu birliktelik"tir. Erkeğin erkek, kadının kadın kalarak görev paylaşımı içinde bir bütünlük oluşturmalarıdır. Batılı hayat tarzında ise ailede bütünlüğün sağlanmadığı ancak görev paylaşımında erkekle kadının tekleştiği (aradaki farkların yok sayıldığı) bir aile yapısı söz konusudur. Genellikle anne-baba ve çocuktan oluşan Batılı aile, gerçek bir aile olmaktan öte, "eşler" arasında nikâh akdine dayalı bir resmi ilişki kurumudur.
BATI'NIN VİTRİNLİK HAYATI GERÇEK HAYAT SANILIYOR
Batılı kadın ve erkek, günün çok az bir vaktinde birlikte kalıyor. İşin her şeyden önce geldiği Batılı hayatta, bir araya geliş bazen haftada bire kadar düşebiliyor. Kimi evliliklerde, erkekle kadın asla aynı evi paylaşmıyor, sadece belli aralıklarla bir araya geliyor. Bu hayat tarzı olabildiğince resmidir. Böyle olunca, kadınla erkeğin birlikte bir yemek yapmaları bir tören, yemek yemeleri bir tören, sorunlarını konuşmaları bir tören, alışveriş bir tören, çocuklarını parka götürmeleri veya kreşte ziyaret etmeleri bir tören oluyor ve çoğu zaman televizyona sadece bu her tür olumsuz tarafları makaslanmış törenler yansıyor.
Ne var ki Müslüman kadın, onların kendisi gibi aynı çatı altında ve aynı koşullarda hem de bu şekilde kavgasız gürültüsüz yaşayabildiğini sanıyor, o görüntüleri hayatlarının tek hâli olarak görüyor ve bizim koşullarımızda "tekleşmiş" bir hayat istiyor.
Müslüman kadın, o görüntüdeki hayata özenip kocasının kendisiyle birlikte mutfakta çalışmasını, her alışverişte yanında olmasını, kendisiyle aynı diziyi hatta dedikodu programını seyretmesini, dahası mahallenin dedikodusunu kendisinden dinleyip taraf tutma noktasında kendisinden yana olmasını istiyor, "kadınlaşmış bir erkek portresi" oluşturuyor.
Kocası, kendisine bu tekleşmiş hayat isteği karşısında İslamî sorumluluk ve sınırları hatırlattığında onun için "gerilik", kendi açısından ise "köylülüğe zorlanış" tasavvurları oluşturuyor. "Sen, baban gibi yaşamak istiyorsun, beni eski kadınlar gibi görüyorsun" demeye başlıyor, aileyi baştanbaşa gerginliğe sürüklüyor.
TOPLUM 'BABA ZAYIFLİĞA' SÜRÜKLENİYOR
Yeni dünya düzeni, (bilinç düzeyi dikkate alınmaksızın) öne çıkardı.  "Baba zayıf bir toplum mu oluyoruz?" endişesini haklı çıkaracak aileler türedi.
"Baba zayıf" ailelerde anne otoriteyi eline alır. Kadınların otorite oldukları toplumların en önemli özelliği kontrolsüz bir değişim isteğinin öne çıkması ve toplumun hızla "güçlü görünen" yaygın kültürlere doğru kaymasıdır. Bu tercihte bir tahlil yoktur, sadece üstün görünene özenme vardır.
Müslüman erkek, İslamî bir bilinçle evde şiddet uygulamıyor. Yine aynı bilinçle kadınını belli bir ölçüde işlerine katıyor. Ancak televizyonların yaydığı ve kimi kadın hocaların da dillendirdiği "sen her şeysin" feminist yaklaşımı kadını bunu gün geçtikçe erkek otoritesinin kalmadığı bir aile ortamı oluşturmasına götürüyor. Erkek otorite kaybını hissettiği an, huzursuz oluyor ve ailede sıkıntılar baş gösteriyor.
Müslüman kadının bilinci(şuuru) bir değişimi yönetebilecek kadar güçlü değil. Müslümanların ekonomik koşulları da kadının özenmeden kaynaklanan değişim isteğiyle orantılı değil. Müslüman kadın, farkında olmadan, İslam'la ve ekonomik koşullarıyla bağdaşmayan isteklerde bulunuyor. Örneğin, kocasıyla kol kola dolaşmayı veya televizyonda gördüğü çok lüks bir koltuk takımını satın almayı gayet tabii bir dille isteyebiliyor.
Kendisine Hz. Peygamberin hayat şekli hatırlatıldığında ben bunu biliyorum, diye tepki gösteriyor, hatta dinin kendisinin ezilmesi için kullanıldığı duygusuna kapılabiliyor.
'BABA ZAYIF' BİR TOPLUM OLMAK FELAKETTİR
İnsan, bilgi karşısında çoğu zaman bir makine gibidir. Esas olan, bilginin bilince dönüşmesidir. Bilinç, bilginin inanç ve yarar doğrultusunda işlevsellik kazanması, kullanılabilir olmasıdır.
Makineler de bilgiyi kaydeder, dolayısıyla bilgi taşımak insana özgü değildir, insan için tek başına yeterli de değildir. Bilinç ise iradenin ürünüdür ve sadece insanda bulunur.
Müslüman kadının bilinci, karşılaştığı Batı kültürünü süzgeçten geçirmeye, kendisini onun gizli etkilerine karşı korumaya yetmediği gibi kendi davranışını tartmaya da yetmiyor. Bunun için kocası kendisine "Sen, başkalarına özeniyorsun" dediğinde şiddetli bir tepki gösteriyor. İslam'la ilgili bilgisini hatırlatıyor. Koca da çoğu zaman bilgiyi göz önünde bulundurarak karısının özenmeyi reddetmesini kendisini bile bile kandırmaya çalışmak olarak görüyor ve özenmeden de daha çok, bu duruma öfkeleniyor.
Müslüman kadın, özenme hâlini yaşarken, başka bir kültür karşısındaki şaşkınlıkla, hevesi bilincine ağır basıyor, bilinçle hareket etmiyor, kendisini unutuyor, o özenme hâli onun hafıza kaydına geçmiyor. Kocasına da o hâlini bilmeden cevap veriyor. Yalan söylemiyor, durumun bilincinde değil.
Çözüm, kocanın ailenin idaresini bilinçsiz özenme hâli içinde olan kadına bırakmaması ve ailede otoriteyi eline almasıdır. Şiddet uygulamamak, otoriter olmamak anlamına gelmez. Şuur ürünü bir otorite, bütün gelişmekte olan toplumların hayat sigortası olduğu gibi köyden, kasabadan şehre gelen ve Batı kültürüyle yüz yüze kalan Müslüman ailenin de şimdilik tek sigortasıdır.
Bu ortamda "baba zayıf" bir toplum olmamızın neticesi eriyip tükenmekten başka değildir. Ancak bu otoriter yapının kadının Batı kültürü karşısında hızla bilinçlendirmesi yönünde kullanılmalıdır. Bu bilinçlenme aşaması uzun sürdükçe sorunlar karmaşıklaşacaktır.
BU YAZININ ŞU GERÇEK DİKKATE ALINARAK OKUNMASINDA YARAR VARDIR: Yakin derecesine ulaşmış bir iman, zırh gibidir; insanı her tür coğrafik, sosyal ve özel durumlara karşı korumaya alır. Kişi her nereye giderse gitsin, iman, onun İlahî emirlerle şekillenmiş kişiliğini dış etkenlere ve dış etkenlerin yol açtığı iç tereddütlere karşı muhafaza eder.
Yakîn iman derecesine ulaşmış mü'min için mekân, zaman değişikliği anlamsızdır. Onun manevi hâli ve bunun amellerine yansıyış biçimi maddi etkenlerin üzerine çıkmış, bu etkenlerden doğan olumsuz koşulların etki gücünü aşmıştır.

Bütün sorunlarımızın kaynağında böyle bir imana ulaşmamak veya böyle bir imandan uzaklaşmak vardır, dolayısıyla bütün sorunlarımızın çözümü, böyle bir imana ulaşmaktır.







23 Temmuz 2009

Artık Erkeklerde Gelin Oluyor-Bir Hatıra

Geçen Ağustos 2008 yılında en küçük oğluma düğün yaptım.Ve düğünle ilgili bir hatıramı sizlerle paylaşacağım Oğlumu nişanlamıştım ve önümüzdeki 3 aya kadar düğün edeceğiz. Düğün hazırlıkları başladı.

Bir akşam hanımım oğlum ben çayları demledik,keyifli keyifli içmeye başladık.Bu arada söz düğün hazırlıklarından açıldı. Sözü oğlum aldı,başladı anlatmaya.

Baba evi sizin eve yakın tutalım, gelip gitmek kolay olsun şöyle canınız istedikçe gelebilesiniz bende işe giderken gelirken sıkça uğrayabileyim. Buz dolabı şu marka olsun, çamaşır makinesi böyle olsun,halının rengi turkuaz olacak,televizyon LCD olacak koltuklar şu marka olsun,halılar perdeler derken düğün masrafı şu kadarı bulur dedi. Ben önce biraz daldım ve daha sonra da gözlerimden sessizce yaş aktı geldi,hem de hatırlıca.

Oğlum benim gözümden akan yaşları görünce şen ve biraz da mutluluk dolu kahkaha atarak annesine döndü.

Babam düğünde gidecek paraları için ağlamaya başladı anne dedi.Arkasından ekledi

Baba para için üzülmene gerek yok istemezsen ben kendim düğün masraflarını öderim ağlamak da niye ki. Üzüldüğüne bak.amaan sende baba dedi

Bu sefer konuşma sırsı bana geldi. Söz aldım.

Sevgili oğlum ben düğün parası için ağlamadım ki.Zira bir baba için en büyük mutluluk sevinç çocuğunu evlendirmek onun mutluluğunu mürüvvetini görmektir.Zaten bir çok baba anne bu günlerin hayalı ile yaşar ve bu Mutluluğun para karşılığı da yoktur. Para niçin kazanılır böyle güzel günlerde böyle güzelliklere harcamak içindir.

Bey niye üzüldüm niye ağladım bilir misin.

Eskiden kızlar gelin olur giderdi evden Şimdi oğlanlarda evden gelin olup gidiyorsun ona ağlıyorum .Kız evi kızlarının evden gitmesi nedeniyle mutluluktan kaynaklanan bir burukluk bir hüzün olurdu .Bilirlerdi ki artık kızları aileden ayrıldı ve gitti ve o andan itibaren ana babası ile birlikte bir arada yaşama dönemi bitti onun için, yeni bir hayat mücadelesi dönemi başlayacak yeni umutlar ve gelecekten beklentilerle kendi yoluna düşecek, ana baba geride kalacak.

Şimdi sende bir anlamda gelin oluyorsun, anneni babanı arkanda bırakarak ayrı bir eve gideceksin ayrı bir düzenin olacak kendin için kararlar alacaksın kendin ve eşin için yaşaman daha öne çıkacak. İleride Allahın izniyle çocukların olacak kısaca artık sen işin eşin ve çocukların için koşturacaksın Allahın emri de bu hayatın kuralı da bu. Ayrıca bu her insanın yaşamayı arzu ettiği mutluluktur Allah bu güzellikleri sana da yaşatsın ve mutlu da etsin

Ama benim açımdan ise :

Oğlum artık yuvadan uçuyor, sabah kalkınca seni bulamayacağım,seninle oğlum bu gün ne yapacaksın günlük programın ne diyemeyeceğim yada akşam eve gelince günün nasıl geçti anlat bakalım diyemeyeceğin soramayacağım oturup güzel güzel uzun uzun sohbet edemeyeceğiz, sevincimizi üzüntümüzü mutluluklarımızı anında paylaşamayacağız yaşayamayacağız artık. Kulağım hep çalacak telefonun yada kapının zil sesinde olacak, gözüm yolda kalacak artık bu gün oğlum gelir mi ki diye hep seni bekleyeceğim .Senin ayrı bir evinin olması demek ayrı bir düzenin ayrı bir özel hayatın olacak demektir. Baba da olsam telefonu açacağım oğlum müsait misiniz ben geleceğim yada bize buyurun dönemi başlayacak artık

İşte bunları düşündüm ve onun için de gözümden sessizce yaş geldi.

Ha evlenmek evlendirmek düğün yapmak bunlar sizin hakkınız vakti gelince de olması,yaşanması gereken mutluluklardır. Dün ben senin yaşadığını anneme babama karşı yaşadım,sen bu gün bana karşı yaşıyorsun yarında senin çocuğun bunları sana karşı yaşayacak bu canlı olmanın kuralıdır ve bu kural tarih boyunca da uygulana gelmiştir

Yani kısaca başlayacak yalnızlık günlerimizi düşündüm ve onun için gözlerimden yaş indi geldi Yoksa para nedir ki .Elbette böyle zamanda bu işler için para harcamak bir baba için en büyük mutluluklardandır dedim

Bir süre sessizlik oldu sonra oğlum baba ben sizi yalnız bırakmam inşallah sıkça gelirim dedi ve Sözünde de durdu.

Mehmet Kitapçı

Sosyal Hizmet Uzmanı

06 Temmuz 2009

Sabır her yerde güzeldir; ama aile içinde bir başka güzeldir...

Rabb’imiz aile içinde sabır imtihanıyla karşılaşanlara büyük mükafatlar veriyor. Çünkü aile içindeki sabır, yuvanın mutluluğu uğruna göze alınıyor. Rabbimiz müslümanın yuvasının bozulmasını sevmiyor.

Evet, sabır her yerde güzeldir; ama aile içinde bir başka güzeldir…
- Neden aile içinde bir başka güzeldir?
Çünkü aile içindeki sabır sadece sabredenin kendisini değil, aile bireylerinin hepsini de ilgilendiriyor, bir bakıma yuvanın mutluluğu uğruna göze alınıyor bu sabır. Bu bakımdan aile içindeki sabrın değeri Allah yanında da bir başka özellik ve güzellik taşıyor…


Aslında ailede ideal olan, birinin ötekini sabra zorlamaması, ortak kararlarla hareket edip yine ortak kararlarla hayatın yaşanmasıdır. Ancak bu ideal maalesef her yerde, her zaman gerçekleşmiyor.


Çoğu yerde aile içinde birilerinin sabır kahramanlığını üstlenmesiyle yürüyor bu birliktelik. Bu durumda elbette iki taraf da eşit değildir. Sabra zorlayan zalim, sabretmeye mecbur kalanlar da mazlum durumuna düşüyor. Allah yanında ise zalimi bekleyen ceza, mazlumu bekleyen de mükafattır!..
Hem de nasıl mükafat?
Rabb’imiz aile içinde sabır imtihanıyla karşılaşanlara, başka ameliyle kazanamayacağı kadar büyük mükafatlar veriyor; hanımefendi sabrediyorsa sabrının şiddeti nispetinde Cennet hanımlarının ablalığı makamına doğru yükseltiyor, beyefendi sabrediyorsa Cennet gençlerinin ağabeyleri derecesine doğru yüceltiyor verdikleri sabır imtihanı sebebiyle.
- Neden bu kadar büyük mükafat veriliyor ailede sabır imtihanını verenlere?

- Çünkü Rabbimiz Müslüman’ın yuvasının bozulmasını sevmiyor, “En sevmediğim helal, boşama kelimesidir.” buyurarak, aile birliğinin bozulmasını önleyen sabır kahramanlarını, sabrının şiddeti nispetinde Cennet dereceleriyle ödüllendiriyor.

Ancak, sahibini Cennet’e götürecek olan bu sabrın içinin boşaltılmaması şarttır!..

İnanmış insanın, içini Cennet müjdeleriyle doldurduğu sabır ile, bu müjdelerden boşaltılmış sabır aynı rahatlığı sağlamaz. İçi İlahi müjdelerden boşaltılan sabır, sahibine işkence hayatı yaşatır, sabrederek ebedi hayatımı kazanıyorum sevincini hissettirmez, sinir zafiyetine maruz bırakabilir.

Bu sebeple, sabrın içi boşaltılmamalı, sabrederken bile bir manevi lezzet alıp başka amelleriyle kazanamadığı ahiretini göze aldığı bu sabrı sayesinde kazandığını düşünmeli, üzülerek değil sevinerek sabretmelidir.

Sabrın içinde Cennet kazandıran mükafatları keşfeden maneviyat büyüklerinden iki sabır örneği vereceğim burada. Bakalım sabrı nasıl anlıyor, nasıl isteyerek tercih ediyorlar görelim… Şarkın duası makbul velisi Bişri Hafi’ye derler ki:

- Size gelen hastalara dua ediyorsunuz, iyi oluyorlar; ama kendiniz hastalıktan bir türlü kurtulamıyorsunuz. Biraz da kendiniz için dua etseniz ya?

Şöyle cevap verir sabır kahramanı büyük veli:

- Sabırla neler kazandığımı bildiğimden dolayı kendime dua edip de kazandığımı kaybetmek istemiyorum. Sabrın neler kazandırdığını bilemeyenlere ise dua ediyorum sabırsızlık edip de kazanma yerine kaybetmesinler diye.
İşte büyük veli, sabrı böyle tarif ve tercih ediyor, sabır içinde böyle mutluluk duyuyor.

İçi boşaltılmayan sabır sahiplerinden bir örneği de bizim ‘Yeni Aile İlmihali’nden vereyim. Belki hatırlayacaksınız bu sabır kahramanını da…

Semerkant’ın bu muhterem aliminin hanımıyla arası hoş değilmiş. Durumu bilen komşulardan telkinler gelmiş:
-Efendi hazretleri demişler, sana denk olmayan bu çenesi düşük hanımı bırak, ilmine denk düşen bir hanım al. Kim olsa sana kızını verir, evlenmekte hiç zorlanmazsın…

Sabrın hep sonunu düşünen alimin cevabı şöyle olur:
- Bu hanımı bırakırsam ikimiz de kaybederiz. Hanım benim gibi sabırlı birini bulamaz kaybeder. Ben de bu hanıma gösterdiğim sabırla kazandığımı bulamaz kaybederim.

Aile içindeki sabrın özelliğini bilen alim sözlerini şöyle bağlar:
- Yoksa der, siz aile içindeki sabrın, Cennet kazandıran özelliğini bilmiyor musunuz?

İşte böyle… Sabrın içindeki kutsal karşılığı boşaltırsanız sabır sizin için sinir savaşı halini alır. Ama Cennet kazandıran özelliğine inanarak sabrederseniz, başka amelinizle kazanamadığınız Cennet’i bu sabrın kazandırdığını düşünür, gerginliğinizi azaltır, mutluluğunuzu çoğaltabilirsiniz.

Elbette bu, ideal olan birlikteliği bulamadığınız takdirde böyle...

01 Temmuz 2009

Efendimiz'in Çocukları İsimlendirmede Uyguladığı Yöntem

Dr. Musa Kazım GÜLÇÜR
Arapça menşeli bir kelime olan "isim"; "alâmet, yükseklik, yüce mevki, yüksek mertebe" gibi mânâlara gelmekte olup, cevher ya da arazı belirleyen lafızdır.1 "İsim" kelimesi Türkçemizde "ad" kelimesi ile aynı mânâda kullanılır.

Meşhur müfessirlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır, "isim" aslında sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet olup, örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delâlet eden kelime diye tarif edilir demektedir. "İsmin" çoğulu "esma" veya "esâmî"dir ve bunlar tamamen Türkçemize mâl olmuş kelimelerdir.2

Kur'ân-ı Kerîm'de 'İsim' Kelimesi
Kur'ân-ı Kerîm'de "isim" kavramı türevleri ile birlikte yetmiş bir âyet-i kerîmede geçmektedir. Biz burada daha çok Bakara Sûresi otuz birinci âyet-i kerîmesinin mânâsı üzerinde durmaya çalışacağız. Söz konusu âyet-i kerîme meâlen şöyledir: "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: 'İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!' dedi." (Bakara, 2/31)

Elmalılı'nın bu âyet-i kerîme ile ilgili yorumlarını biraz sadeleştirerek vermek istiyoruz: Allah (cc) öğrettiği bu isimleri ya kendi koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bu isimleri gerektiğinde koyup kullanacağı özel bir yeteneği haiz ruh üflemeyi takdir etti. Birinci mânâ açık, ikincisi ise ihtimal dâhilindedir. "Öğretti" kelimesinden Hz. Âdem'in dilin esası olan isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok bir tedric yani azar azar ilerleme içinde bellemiş olduğu anlaşılır.

Bu isimler nelerdir? Genelleştirmenin kapsamı ne kadardır? Yani bütün eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî tabiriyle "el-esmâ" kelimesindeki "elif lâm" genelleme için midir? Yoksa "Allah'ın öğretmesini murat ettiği isimler" mânâsına mıdır? Bu noktada tefsircilerden birkaç görüş vardır:

1- Bu isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmalarına sebep olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve diğerleri, hepsi (İbn Abbas'dan Dahhâk). Karga, güvercin ve her şeyin ismi (Mücahid). Her şeyin ismi, deve, inek, koyuna varıncaya kadar (Said b. Cübeyr). Her şeyin ismi, hattâ şu, bu, abdestsizlik bile (İbnü Abbas'dan Said b. Ma'bed). Her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi, şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye her şeyin ismi (Katâde). Bunların özeti, bütün dillerin aslı olan dilin hepsi oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye hamlediliyor. Bundan kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri mânâsını anlayanlar da olmuştur.

2- Meleklerin isimleri (Rabi' ve daha diğerleri).

3- Zürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den, İbn Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve diğerleri). Bu iki şekilde de "elif lâm" ahd içindir ve bunun karinesi gelecek olan "aradahum/onlara arz etti" kelimesindeki zamir ile gösterilmiştir. Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber zamirinin akıl sahipleri için olduğu açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler hem meleklerin isimlerini ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci ve üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu isimleri, Allah'ın isimleri diye telâkki etmeye bu zamir engeldir.

4- Esmâ (isimler)dan murad dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o duygulardan oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması gerekir. Her ne olursa olsun burada kesin olan nokta, Hz. Âdem'e -az veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış olması, kelâm ve dil meselesinin hilâfet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.

İşte Allah Teâlâ Âdem'e böyle isimleri öğretti. Öğretimden bir müddet sonra da bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet ettikleri zâtları) meleklere arz etti. Buradaki "hüm/onlara" zamirinde bir dil inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. "He" zamiri yerine "hüm" zamirinin kullanılması, arz olunan şeylerin "akıl sahibi" olduğunu açıkça göstermektedir. Ve isimleri şarta bağlatan karine de budur. Bu zamirin meleklere ait olması ve o isimlerin meleklerin isimleri olması ihtimali, isimlerin meleklere arz edilmiş olması sebebi ile ihtimal dışı kalmaktadır. Şu halde en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek olan "nesillerin adları" olmasıdır. Âyet-i kerîmede daha önce anılan "el-esmâ/isimler" kelimesi ile de insan isimlerinin kastedilmiş olduğu anlaşılır. Bununla birlikte, sadece insan değil bütün eşyaya ait isimlerin öğretilip de, meleklere sadece insan isimlerinin sorulmuş (arz) olması da ihtimal dâhilindedir. Fakat her iki halde böyle olmak için nesillerin yaratılmış olması gerekir. Hâlbuki ayette henüz Hz. Havva'nın bile yaratıldığına işaret yoktur. Bu sorunun cevabı meşhur bir hadîs ile açıklanmaktadır. Şöyle ki: Hz Âdem'in nesilleri meleklere, küçük zerreler misâlinde arz edilmişlerdir.3

Bu hadîs insan neslinin o zaman Âdem'de henüz tohum hâlinde (yani gelecekte bütün Âdemoğullarını temsil eden ilk mânevî tohumcuklar şeklinde) bulunduklarını anlatır. Bu olayların yoğun cisimler âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun takdiri veya ruhunun esîr gibi yumuşak bir cisim hâlinde olduğu düşünülebilir. Esîrden meydana getirilmiş bu cismin atom altı parçacıklarında, kıyamete kadar gelecek Âdemoğlunun birbirine bağlı temessülleri (görüntüleri) veya Hz. Âdem'in ruhunda gelecek nesillerin mânevî suretleri, isimlerin meleklere arz olunmasına ait yan mânâlar olarak düşünülebilir. Arz hâdisesinin, Hz. Âdem'in yeryüzüne inmeden önce olması da, bu şekilde düşünmemiz için açık bir karine demektir. Bu açıdan meleklere isimlerin sorulması, hissî bir arz değil, ilmî bir arz olmuş olur.4

İsim/Ad Koyma
Medenî hukukta ad, kişileri birbirinden ayırmaya ve tanıtmaya yarayan sözcük olup, doğan her çocuğa bir ad koyma zorunluluğu vardır. 1587 sayılı nüfus kanununa göre millî kültürümüze, ahlâkî kurallarımıza, gelenek ve göreneklerimize uygun olmayan veya kamuoyunu incitici adlar konulamaz.5 Türklerin İslâmiyet'i kabulünden önceki isimleri yırtıcı hayvan, yırtıcı kuş ve dış tesirlere dayanıklı maddelerden seçilmiş, genelde çocuklara Bozkurt, Arslan, Şahin, Doğan, Timur/Demir, Kaya ve Gökhan gibi adlar verilmiştir.

İslâmiyet'ten önceki Araplar da hayatın zorlukları ve özellikle düşman karşısında dayanıklı, güçlü ve cesur olmak, düşmana korku salmak gibi arzu ve düşüncelerle çocuklarına Galip, Zalim, Mukatil/Savaşçı, Esed/Arslan, Leys/Yiğit, Zi'b/Kurt, Hacer/Taş, Sahr/Kaya gibi adlar koymuşlardır.6

Efendimiz'in (sas) Yeni Doğan Çocuklara İsim Koyması
Çocuğa isim koyarken sağ kulağına ezan, sol kulağına ise kâmet okunur. Nitekim Ebu Rafi'nin anlattığına göre Hz. Fatıma (r. anha) oğlu Hasan'ı (r.a.) doğurduğu zaman, Resûlullah'ın (sas) kulağına ezan ve ihlâs suresini okuduğunu, hurma ile tahnik edip ismini koyduğunu belirtmektedir.7

Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: "Yeni doğan çocuklar Hz. Peygamber'e (sas) getirilirdi. O da mübarek olmaları için dua eder, tahnikte bulunurdu."8

Esma Binti Ebu Bekir anlatıyor: "Mekke'de Abdullah İbnu Zübeyr'e (ra) hamile kalmıştım. Doğum yaklaşmıştı ki, Mekke'yi terk ettim ve Medine'ye geldim. Abdullah'ı orada dünyaya getirdim. Doğunca, bebeği alıp Resûlullah'a (sas) götürdüm, kucağına bıraktım. Resûlullah (sas) bir hurma istedi, ağzında çiğneyerek ezdikten sonra, (yumuşattığı o) hurma ile çocuğun damağını oğdu, hakkında bereketle dua etti ve Abdullah ismini verdi. Müslüman aileden ilk doğan çocuk bu idi. (Medine'de bütün Müslümanlar) onun doğumuna çok sevindiler. Çünkü "Yahudiler size sihir yaptılar, asla doğum yapamayacaksınız." diye bir şayia çıkarılmıştı."9

Ebu Musa anlatıyor: Bir oğlum doğmuştu. Hemen Resûlullah'a (sas) getirdim, İbrahim ismini verip bir hurma ile tahnikte bulundu. Sonra da "Mübarek olsun" diye dua buyurdu ve çocuğu bana geri verdi. İbrahim, Ebu Musa'nın en büyük evlâdı idi.10

Efendimiz'in (sas) Çocuklara Doğduklarından Yedi Gün Sonra İsim Koyması
İbnu Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sas) çocuğa, doğumunun yedinci gününde isim konmasını, yıkanarak pisliklerinden temizlenmesini ve akika kurbanı kesilmesini emir buyurmuştur."11

Bu rivayete bakarak çocuğu yedinci günden önce isimlendirmenin yanlış olduğunu zannetmek hata olur. Çünkü İbni Kayyim el-Cevzî'nin yaklaşımı ile söyleyecek olursak, isim verme, isimlendirilecek bir varlığı tarif etmek oluyorsa, muayyen bir varlığın ismini –burada çocuk- vermediğimizde, sadece onu nasıl tarif edeceğimizi bilememiş oluruz. Bu açıdan, söz konusu varlığı var olduğu gün tarif etmek mümkün olduğu gibi, üç gün sonraya, hattâ akîkası kesilinceye kadar ertelemede büyük bir mahzur olmayabilir. Bu konuda genişlik olduğunun bilinmesinde fayda vardır.12 Ancak bir defa bile olsa sesi duyulduktan sonra ölen çocuğa isim konulacağına, yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra defnedileceğine dâir Ebu Hanife Hazretleri'nin içtihadı ile ölü doğsa bile çocuğa isim konulup yıkanması gerektiğini belirten Ebu Yusuf Hazretleri'nin kanaati, çocuğa doğduğu gün isim konulmasının gerekli olduğunu göstermektedir.13
Efendimiz'in (sas) Çocuklarda Değiştirdiği İsimler

Efendimiz (sas), bazı çocukların isimlerinin ihtiva ettiği olumsuz anlamlardan dolayı onlara yeni isimler vermiştir.

Bu konuda Hz. Ali'den (ra) gelen bir rivayet şöyledir: "Oğlum Hasan dünyaya geldiğinde ona Harp ismini koydum. Derken Peygamber (sas) geldi ve: "Torunumu bana gösteriniz. Ona ne ad koydunuz?" diye sordu. Ben de: "Harp" deyince, "Hayır, o Hasan'dır." buyurdu. Oğlum Hüseyin doğduğu vakit bu defa ona Harp ismini vermiştim. Peygamber Efendimiz (sas) yine geldi ve: "Torunumu bana gösteriniz. Ona ne ad koydunuz?" diye sordu. Ben de yine: "Harp" deyince, "Hayır, o Hüseyin'dir." buyurdu. Üçüncü çocuk dünyaya gelince ona da Harp ismini verdim. Peygamber Efendimiz (sas) yine geldi ve: "Torunumu bana gösteriniz. Ona ne ad koydunuz?" diye sordu. Biz de: "Harp" deyince, "Hayır, o Muhsin'dir." dedikten sonra, "Ben onlara Harun'un Şebber, Şebbir ve Müşebbir isimli çocuklarının adını verdim." buyurdu."14

Bu konudaki bir diğer rivayet ise şöyledir: "Sehl bin Sa'd'in anlattığına göre el-Münzir İbnu Ebi Üseyd doğduğu zaman Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirilmişti. Çocuğu kucağına aldı ve: "İsmi nedir?" diye sordu; "İsmi falandır." diye ne konmuşsa söylendi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Hayır! Bunun ismi Münzir olacak" dedi ve o gün çocuğa Münzir ismini koydu."15

Efendimiz'in (s.a.s) Yetişkinlerde Değiştirdiği İsimler
Hz. Aişe (r.anhâ): "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) çirkin isimleri değiştirirdi." demektedir.16 Çirkin olması sebebi ile isimler değiştirilebildiği gibi, güzel olmasına rağmen başka bir maslahattan dolayı da değiştirilebilmiştir. Ebu Hureyre'den yapılan bir rivayette bu şekildeki isim değiştirme konusu ile ilgili şunu görmekteyiz: "Zeyneb Bintu Ebi Seleme'nin ismi Berre17 idi. 'Bu ismi kullanmakla sanki kendisini temize çıkarıyor' dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Berre ismini Zeyneb olarak değiştirdi."18

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismini değiştirmiş olduğu diğer bir sahabi ile ilgili rivayet ise şu şekildedir. Beşir ibni Meymun'un amcası Üsame İbnu Ahdari diyor ki: "İsmi Asram (verimsiz, merhametsiz, faydasız manalarına gelen) olan bir adam vardı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona: "İsmin nedir?" diye sordu. Adam: "Asram" diye cevap verdi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Hayır, sen Zür'a'sın (Ziraatçi)" buyurdu.19 Bu konudaki diğer bir örnek de şu şekildedir. Said ibnu'l-Müseyyeb, babası vasıtasıyla dedesinden naklediyor: "Dedem, Resûlullah'a (s.a.s) uğramıştı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İsmin ne?" diye sordu. Dedem: "Hazn (muamelesi sert kişi, kaba, sert yer)" diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.s): "Hayır, sen Sehl'sin (Kolaylık)" dedi. Müseyyeb: "Olmaz, Sehl çiğnenir ve alçaltılır. Babamın verdiği bir ismi değiştiremem." dedi. İbnu'l-Müseyyeb devamla şöyle hayıflanıyor: "Maalesef o günden sonra ailemizde kabalık devam etti gitti."

Ebu Davud, bu hadîs-i şerîfi aktardıktan sonra Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isim değiştirme uygulamasında konuyu daha belirgin hâle getiren şu uygulamalarını da bizlere aktarmaktadır: "Resûlullah (s.a.s) Asi (İsyankâr), Aziz, Atele (Şiddet, Sertlik), Şeytan, Hakem, Ğurab (Karga), Hubab (bir şeytan ismi), Şihab (Alev) isimlerini değiştirdiler. Şihab'ı Hişam (Cömert), Harb'i Silm (Barış, Sulh) ve Muzdaci' (Yatan) adını Münbais (Ayakta) adlarıyla değiştirdi. Afire (Çorak) adını taşıyan bir araziyi ise Hadire (Yeşillik) diye, Şi'bu'd-Dalalet'i (sapıklık mahallesi/geçidi) Şi'bu'l-Hüda (Hidayet mahallesi/geçidi) olarak isimlendirdi. Benu'z-Zinye'yi (zina oğulları) de Benu'r-Rüşd (Doğruluk oğulları) şeklinde değiştirdi."20

Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ya'la, Bereket, Eflah, Yesar, Nafi' ve benzeri isimlerin kullanılmasını yasaklamayı arzu etmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yasaklama isteğinin gerekçesini de şu şekilde açıklamıştır: "Zira kişi; "Bereket burada mı?" diye sorar da, "Hayır, yok!" diye cevap verirler."

Cabir b. Abdillah diyor ki; "Sonra Efendimiz'in bu mevzuda sükût ettiğini gördüm. Daha sonra da bu isimleri yasaklamadan vefat etti. Hz. Ömer (ra) bu isimleri yasaklamak istedi, sonra o da vazgeçti."21

Efendimiz'in Mânâsı Güzel İsimleri Önemsemesi
Yahya İbnu Said anlatıyor: "Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bol sütlü bir deve hakkında: "Bunu kim sağacak?" diye sordu. Bir adam ayağa kalkmıştı ki Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İsmin ne?" dedi. Adam: "Mürre (acı)!" deyince, ona; "Otur!" dedi. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) tekrar: "Bunu kim sağıverecek?" diye sordu. Bir başkası ayağa kalktı; "Ben sağacağım" diyecekti ki Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da: "İsmin nedir?" diye sordu. Adam: "Harp (savaş)" diye cevap verdi. Ona da; "Otur" dedi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Bu deveyi kim bize sağıverecek?" diye sormaya devam etti. Bir adam daha kalktı. Ona da ismini sordu. "Yaîş (Yaşar)" cevabını alınca ona: "Sen yaşıyorsun." diyerek müsaade etti."22

İsimlerin mânâlarından hareketle hayır umma konusunu destekleyen bir başka rivayet ise şöyledir: Ebu Hureyre'nin anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Eslem kabilesini Allah selametli kılsın, Gıfar kabilesine de mağfiret buyursun!"23 Hufaf İbnu Îmâ el-Gıfari anlatıyor: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) rükûa gitti, sonra başını kaldırdı ve; "Gıfar kabilesini Allah mağfiret etsin. Eslem kabilesine Allah selâmet versin. Useyye Allah'a ve Resulü'ne isyan etmiştir." deyip secdeye gitti.24

Buradaki kabile isimlerine dikkat ettiğimizde, isimlerin mânâlarının bahsi geçen kabilelerde tezahürünü âlemlere rahmet bir peygamber feraseti ile Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmüş olduğunu anlarız. Zaten Sünnet-i Seniyyeyi dikkatlice inceleyen bir kişi, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isimlerin anlamlarına ehemmiyet verdiğini, kişilerin isimlerindeki manalarla o kişiler arasında bir irtibat kurduğunu rahatlıkla anlayacaktır.

Ashabın Güzel Anlamlı İsim Verme Konusundaki Hassasiyetleri
Mesruk anlatıyor: "Hz. Ömer'le karşılaştım. Bana: "Sen kimsin" diye sordu. "Mesruk İbnu'l-Ecda" dedim. Dedi ki: "Ben Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) 'ecda' şeytandır" dediğini işittim."25

Yahya b. Said'in anlattığına göre Hz. Ömer bir adama: "İsmin nedir" diye sordu. Adam: "Cemre (Kor)" dedi. "Kimin oğlusun" diye tekrar sordu. Adam: "İbnu Şihab (Alevoğlu), deyince; "Kimlerdensiniz" dedi. Adam: "Humkâlardan (Ahmaklardan)"

"Eviniz nerede" diye sordu. "Hirretu'n-Nâr'da (Hararetli ateş)" cevabını alınca; "Hangisinde" dedi. "Zatı Lezâ'da (Şiddetli alev)" cevabını alınca; Hz. Ömer (ra): "Ailene yetiş, yanıyorlar" dedi. Gerçekten durum aynen Hz. Ömer'in dediği gibiydi."26

Peygamber İsimleri Künye Olarak Kullanılabilir mi?
Rivayetlerden anlayabildiğimiz kadarı ile Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ashab'ına peygamber isimleri ile isimlendirilebileceğini belirtmiştir. Ebu Vehb el-Cüşemi'nin anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: "Peygamberlerin isimleriyle isimlenin."27 Ayrıca bazı Sahabilerin peygamber isimlerini künye olarak kullanmalarına izin vermiştir. Ancak daha sonraları özellikle de Hz. Ömer (r.a.) bu konuda hassas davranmış, peygamber isimleri vermenin doğru olmayacağı içtihadında bulunmuştur. Hattâ Hz. Ömer'in (r.a.) azatlı kölesi Eslem'in anlattığına göre, Hz. Ömer (r.a.) bir oğlunu "Ebu İsa" künyesini kullandığı için azarlamıştır. Yine Ebu İsa künyesini kullanan Muğire İbnu Şu'be'ye (r.a.), Hz. Ömer (r.a.): "Ebu Abdillah künyesini kullanman sana yetmez mi?" diye sormuş; Muğire de: "Bana Ebu İsa künyesini takan Hz. Peygamber'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem)" cevabını verince, Hz. Ömer: "Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçmiş gelecek bütün günahları affedilmiştir. Bizim hakkımızda ne hüküm verileceği belli değil" demiş ve evla olanı işaret etmiştir.28 Nitekim Muğire de onun bu isteğine icabet ederek ölünceye kadar "Ebu Abdullah" künyesi ile çağrılmıştır.

İsim Verme Hakkındaki Öncelik
İslâm'da isim verme hakkı babaya ait kabul edilmiştir. Şayet baba ölmüş veya hukukî tasarruflarda bulunması yasaklanmışsa, bu hakkı anne kullanır. Doğumundan önce babasını kaybetmiş olan Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismi annesi Âmine tarafından Muhammed olarak seçilmiş ve bu isim dedesi Abdülmuttalip tarafından konulmuştur. Ebu'd-Derda'nın rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız, öyleyse isimlerinizi güzel yapın."29

Makbul İsimler
Buraya kadar aktarmaya çalıştığımız rivayetlerden, ancak güzel mânâlara delâlet eden isimlerin makbul olduğunu anlıyoruz. Anlam itibarı ile çirkin, kötü ve şirk kokan isimlerin de insanlar üzerinde olumsuz tesirler meydana getirmeleri sebebi ile mekruh veya harama yakın mekruh oldukları anlaşılmaktadır.

İbnu Ömer'in rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Allah'ın en ziyade sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır."30

Abdullah ve Abdurrahman gibi isimlerin Allah'a en sevimli olmasının sebebini şu şekilde izah etmek mümkündür: Abdullah isminde ubudiyet ve tezellülü itiraf vardır. Abdurrahman'da ise her mahlûka şamil olan rahmeti itiraf vardır. Keza birinci isimde, bu isimle adlandırılan kimsenin Allah'a ibadet eden olması, ikincisinde ise İlâhî rahmetin, bu ismi taşıyanın üzerinde tezahür etmesi isteği, tefeülü veya beklentisi vardır.31 Ancak Allah katında sevilen isimler acaba sadece bu iki isimden mi ibarettir? Yoksa bu isimlerin birer örnek olduğunu mu düşünmeliyiz? Aynî'nin ifadesi ile söyleyecek olursak "abd/kul" kelimesinin, Allah'ın (celle celâluhu) yüce, yüksek ve güzel isim ve sıfatlarına izafe edilerek oluşturulan her bir isim, Allah'ın sevdiği isimler dâhilinde olmalıdır.32

Meselâ, Abdülkerim; keremi bol, cömert olan Azîz ve Celîl Allah'ın kulu mânâsınadır. Abdüllatîf; latif, güzel, yumuşak, hoş, nazik olan bütün olayların ve eşyanın inceliklerini bilen Allah'ın kulu demektir. Abdülmâcid; kadr u şanı büyük, cömertlik ve keremi bol olan Allah'ın kulu; Abdülmâlik ise, sahip olan, her şeyin mülkiyetinin sahibi olan Allah'ın kulu anlamındadır. Abdülmecîd, şanı büyük ve yüksek olan, şan ve yücelik sahibi Allah'ın kulu; Abdülmelik de her şey üzerinde tasarruf ve hükmeden tek hükümdar Allah'ın kulu demektir. Böylece bu tür isimler aynı zamanda Allah'ın hatırlanmasına, tevhidin korunmasına, insanın kulluk boyutunun unutulmamasına ve daha bilemeyeceğimiz pek çok güzelliklerin oluşumuna vesile olmaktadırlar.

Mekruh İsimler
Ebu Vehb el-Cüşemi'nin anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: "Allah'ın çok sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır. En sadık olanları da Haris ve Hemmam isimleridir. En çirkinleri de Harb ve Mürre isimleridir."33

Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Allah nezdinde en kötü en zelil isim, kendisine (ahna') Melikü'l-emlak (mülklerin Maliki) ismini veren şahsın adıdır. Hâlbuki Allah'tan başka Mâlik yoktur." Süfyan devamla: "Şehin Şah bunun örneğidir" demektedir. Ahmed İbnu Hanbel diyor ki: "Ebu Amr'a, 'ahna' ne demek diye sordum, "en düşük" diye cevap verdi."34

Birden Fazla İsim Taşımanın Caiz Oluşu
İsim vermekten maksat, kişiyi diğerlerinden temyiz edip tanımak olduğundan, tek ismin yeterli olduğu durumlarda tek isimle yetinmek en uygunudur. Ancak birden fazla isim kullanmak da caizdir. Nitekim insanlara hem isim hem künye hem de lakap verilebilmektedir. Ayrıca Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) birden fazla ismi bulunmaktadır. Cübeyr İbnu Mut'im'in rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed'im (çok övülmüş), ben Ahmed'im (çok hamd eden, sevilmiş), ben Allah'ın benimle küfrü mahvedeceği el-Mâhî'yim (mahvedici). Ben Hâşir'im (toplayıcı), insanlar benim arkamda haşredilecektir. Ben Âkıb'ım (en son gelen), benden sonra peygamber gelmeyecektir."35

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) İsim ve Künyesinin Alınmaması
Enes (ra) anlatıyor: Bir gün Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Baki'de idi. Kulağına bir ses geldi: "Ey Ebu'l-Kasım!" diyordu. Başını sese doğru çevirdi. Seslenen adam: "Ey Allah'ın Resulü seni kastetmedim, ben falancayı çağırdım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İsmimi isim olarak koyun, fakat künyemi kendinize künye yapmayın!" buyurdu.36

Cabir'in (ra) anlattığına göre birinin bir oğlu oldu. İsmini Kasım koydu. Kendisine: "Sana Ebu'l-Kasım künyesini vermeyiz. Bu künye ile seni şereflendirip memnun etmeyiz" dedik. Hz. Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek durumu arz etti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunun üzerine: "Oğlunun adı Abdurrahmandır" dedi. Bir rivayette şu ziyade var: "İsmimi isim olarak koyun, fakat künyemi künye yapmayın. Zira ben Kasım (taksim edici) kılındım. Aranızda taksim ederim." Ebu Davud'un bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur: "Kim benim ismimi almışsa, künyem ile künyelenmesin. Kim de künyem ile künyelenmişse, ismimle isimlenmesin."37

Hz. Aişe'nin (r. anha) anlattığına göre bir kadın gelerek: "Ey Allah'ın Resulü, ben bir oğlan dünyaya getirdim. 'Muhammed' diye isim, 'Ebu'l-Kasım' diye de künye verdim. Bana, sizin bu durumdan hoşlanmadığınız söylendi, doğru mu?" diye sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İsmimi helâl, künyemi haram kılan şey de ne?" veya "Künyemi haram kılıp ismimi helal kılan şey de ne?" diyerek reddetti.38 Alimlerimiz bu nehyin Peygamber Efendimiz'in hayatı ile kayıtlı olduğunu söylemişlerdir. Zira Ebu Davud ve Tirmizi'nin (Ebu Davud, Edep 68; Tirmizi Edep 68) Sünenlerinde ve Beyhaki'nin Sünen-i Kübrâ'sında (9/309) yer alan bir hadiste Hz. Ali, Peygamber Efendimiz'e: "Ya Resûlallah, senden sonra bir çocuğum olursa ona senin adını ve künyeni vereceğim." dedi. Efendimiz de ona "Evet" buyurdular. Ayrıca sahabeden Ebu'l-Kasım künyesinde olanlar olduğu gibi bu künye ile meşhur âlimler de vardır.

Sonuç
Çocuklarımıza, Efendimiz'in gösterdiği hassasiyetler doğrultusunda isimler koymanın, hem ebeveyn açısından hem de dünyaya gelen göz aydınlığı çocuklarımızın daha huzurlu, mutlu ve karakter algısı yüksek fertler olması açısından ehemmiyetli bir faktör olduğu görülmektedir. Bu hassasiyete ümmet-i Muhammed'in de azamî hassasiyet göstermesinin Allah'ın (celle celâluhu) rızasına bir vesile olacağı ümit edilir. Çocuklara verilen isimler, karakter ve şahsiyetin en temel öğesidir. Çocuğun yetişme döneminde kendisini dış dünyaya nasıl bir isimle tanıtacağı çok önemlidir. Bu açıdan ebeveynler önemli bir sorumluluk altındadırlar. Çocukları makbul isimlerle isimlendirmenin ne denli önemli olduğunu anlamak için, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) buraya kadar aktarmaya çalıştığımız uygulamalarını nazar-ı dikkate almak yeterli olacaktır.

* Araştırmacı - Yazar
mgulcur@yeniumit.com.tr

Dipnotlar
1. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, 14/401–403
2. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/18, Eser Neşriyat, trsz.
3. Tirmizî, Kıyamet, 47; Ahmed b. Hanbel, 2/179.
4. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/308–312, Eser Neşriyat, trsz
5. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 1/77.
6. DİA, 1/332.
7. Ebu Davud, Edeb 116, (5105); Tirmizi, Edahi 17, (1514)
8. Müslim, Edeb, 27 (2147); Ebu Davud, Edeb 116, (5106)
9. Buhari, Menakibu'l-Ensar 45, Akika 1; Müslim, Âdâb 26, (2146)
10. Buhari, Akika 1; Müslim, Âdâb 24, (2145)
11. Ebu Davud, Edahi, 21, (2837); Tirmizi, Edahi 23, (1522), Edeb 63, (2834); Nesai, Akika 5, (7, 166); İbnu Mace, Zebai 1,(3165)
12. İbni Kayyim el-Cevziyye, İslâm'da Çocuk, (Terc. Mahmut Kısa), s. 127, Esra Yay., Konya, trsz.
13. DİA, 1/333.
14. Ahmed b. Hanbel, 1/118. Şebber, Şebbir ve Müşebbir isimleri büyük bir ihtimalle Hasan, Hüseyin ve Muhsin isimlerinin İbranice karşılıkları olmalıdır.
15. Buhari, Edeb 108; Müslim, Edeb 29, (2149)
16. Tirmizi, Edeb 66, (2841)
17. 'Berre' ya da 'el-berretü' kelimesi yine Arapça'daki 'el-birru' kelimesinden türemiş olup 'çokça cömert, dürüst, itaatkâr, iyi kadın' manasınadır. Kelimede yüklü bulunan bu anlamdan dolayı bazıları Zeynep validemiz için 'nefsini temize çıkarıyor' deme talihsizliğinde bulunmuşlardı.
18. Buhari, Edeb 108; Müslim, Edeb 17, (2141)
19. Ebu Davud, Edeb 70, (4954)
20. Buhari, Edeb 107–108; Ebu Davud, Edeb 70, (4956)
21. Müslim, Âdâb 13, (2138); Ebu Davud, Edeb, 70, (4960)
22. Muvatta, İsti'zan 24 (2, 973)
23. Buhari, Menakıb 6; Müslim, Fezailu's-Sahabe 183, (2515, 2516)
24. Müslim, Mescid 308, (679)
25. Ebu Davud, Edeb 70, (4957)
26. Muvatta, İsti'zan 25 (2,973)
27. Ebu Davud, Edeb 69, (4950)
28. Ebu Davud, Edeb 72, (4963)
29. Ebu Davud, Edeb 69, (4948)
30. Müslim, Âdâb, 2, (2132); Ebu Davud, Edeb 69, (4949); Tirmizi, Edeb 64, (2835)
31. Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Ter. ve Şerhi, 6/391.
32. Aynî, Umde, XVIII, 257.
33. Ebu Davud, Edeb 69, (4950)
34. Buhari, Edeb 114; Müslim, Edeb 20, (2143); Ebu Davud, Edeb 70, (4961); Tirmizi, Edeb 65, (2839)
35. Buhari, Menakıb 17, Tefsir, Saff 1; Müslim, Fezail 125, (2354); Muvatta, Esmau'n-Nebi 1, (2, 1004); Tirmizi, Edeb 67, (2842)
36. Buhari, Menakıb 20, Edeb 106; Müslim, Âdâb 1 (2131); Tirmizi, Edeb 68, (2844)
37. Buhari, Edeb 105, 106, 109, Menakıb 20; Müslim, Âdâb 2, (2133); Ebu Davud, Edeb 74 (4965); Tirmizi, Edeb 68, (2845)
38. Ebu Davud, Edeb 76, (4968)
http://www.yeniumit.com.tr/konular.php?sayi_id=85&konu_id=1288&yumit=bolum2

12 Haziran 2009

Niko: Yıldızlara Yolculuk / DVDRip (2008) / TR Dublaj















Tür : Macera / Animasyon / Aile
Gösterim Tarihi : 20 Şubat 2009
Yönetmen : Michael Hegner Kari Juusonen
Senaryo : Hannu Tuomainen, Marteinn Thorisson, Mark Hodkinson
Yapım : 2008, Finlandiya / Danimarka / Almanya / İrlanda , 80 dk.

Filmin Konusu
Bir ren geyiği olan Niko, babasının Noel Baba'nın geyiklerinden biri olduğunu öğrenir. Bu sevimli ren geyiğinin en büyük hayali babası gibi uçmaktır ve bunu yapabilmek için babasını, Noel Baba'yı ve diğer uçan geyiklerini aramaya başlar.

Fakat yolda kötü kurtlar vardır ve onlara yakalanmamak için sincap Julius ve Wilma ile birlikte büyük bir macera yaşarlar.

İskandinav ülkelerinin Buz Devri olarak kabul edilen Niko: Yıldızlara Yolculuk, eğlenceli bir animasyon.




--
Kalite tesadüf değildir
Haziran bitimine kadar Rapid 12,5 TL
Emeğe değer veriyorsanız bu dosyayı indiriniz :

http://rapidshare.com/files/237329779/DOSYA.rar

02 Haziran 2009

Koralin ve Gizli Dünya (Coraline) / 2009 / DVDRip / TR Altyazı


Koralin ve Gizli Dünya (Coraline) / 2009 / DVDRip / TR Altyazı















http://www.imdb.com/title/tt0327597/

Tür : Fantastik / Animasyon / Aile
Gösterim Tarihi : 15 Mayıs 2009
Yönetmen : Henry Selick
Senaryo : Henry Selick , Neil Gaiman (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Pete Kozachik
Yapım : 2009, ABD , 101 dk.

Seslendirenler
Dakota Fanning (Coraline Jones) , Teri Hatcher (Anne) , Jennifer Saunders (Miss Spink) , Dawn French (Miss Forcible) , Keith David (Kedi) , John Hodgman (Baba) , Robert Bailey Jr. (Wybie Lovat)

Filmin Konusu
Coraline, yeni evlerinden çok sıkılan küçük bir kızın evlerinde bulduğu gizemli bir kapıyla birlikte alternatif bir dünyaya adım atmasını konu ediniyor. Bu dünyada kendisini farklı bir anne, farklı bir baba ve yeni bir yaşam beklemektedir...
Fantastik sanatların usta ismi Neil Gaiman'ın sinema serüveni tüm hızıyla devam ediyor. İngiliz sanatçının Coraline isimli kitabından uyarlanan animasyonun yönetmenliğini Henry Selick üstlendi.



Netload
http://netload.in/dateiHDywnzlTVo/Co....part1.rar.htm
http://netload.in/dateiiEUWx06Vrt/Co....part2.rar.htm
http://netload.in/dateiU3rE4l2rSr/Co....part3.rar.htm
http://netload.in/dateiu4UNikaSLe/Co....part4.rar.htm

ShareBase
http://sharebase.to/files/WjfcfgvXfQ.html
http://sharebase.to/files/00nzpmca5p.html
http://sharebase.to/files/G0s7P6shEw.html
http://sharebase.to/files/gtsSAG86c9.html

PARTLAR 200 MB OLUP BİRBİRLERİYLE UYUMLUDUR.
İyi Seyirler

RAR ŞİFRESİ
www.indirsekmi.com


Kalite tesadüf değildir
Haziran bitimine kadar Rapid 12,5 TL
Emeğe değer veriyorsanız bu dosyayı indiriniz :

http://rapidshare.com/files/237329779/DOSYA.rar

Pembe Panter 2 / Tr Altyazı / DVDRip (2009) / 4 Part [RS&SB]




















http://www.imdb.com/title/tt0838232/

Tür : Komedi / Macera / Gizem / Aile
Gösterim Tarihi : 17 Nisan 2009
Yönetmen : Harald Zwart
Senaryo : Scott Neustadter , Michael H. Weber , Steve Martin , Michael H. Weber , Maurice Richlin , Blake Edwards , Scott Neustadter (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Denis Crossan
Yapım : 2009, ABD , 92 dk.

Oyuncular

Steve Martin (Insp. Jacques Clouseau) , Jean Reno (Ponton) , Emily Mortimer (Nicole) , Alfred Molina (Pepperidge) , Yuki Matsuzaki (Kenji) , Aishwarya Rai (Sonia) , Andy Garcia (Vicenzo) , John Cleese (Şef Müfettiş Dreyfus)
Pembe Panter Elması'nın da aralarında bulunduğu efsanevi hazine çalınmıştır. Bunun üzerine cesur(!) dedektif Jacques Clouseau, bu duruma el koyar.

Şef Müfettiş Dreyfus Fransız Polis Dedektifi Müfettiş Clouseau'yu, uluslararası detektif ve uzmanlardan oluşan rüya takıma atamaya mecbur bırakılmıştır. O da, bu grupla birlikte hırsızları yakalamak ve çalınan el yapımı hazineyi ele geçirmek için maceraya atılır.

2006 yılında vizyona giren ve dünyada ses getiren Pembe Panter serisinin ikincisinin çekimleri Paris ve Roma'da yapıldı. İkinci filmin oyuncu kadrosu da ilki gibi göz dolduruyor.

http://linksave.in/6284699734a24e341d3bfc
--
Kalite tesadüf değildir
Haziran bitimine kadar Rapid 12,5 TL
Emeğe değer veriyorsanız bu dosyayı indiriniz :

http://rapidshare.com/files/237329779/DOSYA.rar

Popüler Yayınlar

Blog Widget by LinkWithin

İslam İlmihali