24 Mayıs 2010

"Baba Zayıf" bir toplum mu oluyoruz?


Ahmet Yılmaz / Analiz
Gün aşırı aile problemleri duyuyoruz. Anlaşamamaktan söz edenler, değişmekten söz edenler, hatta ayrılıktan söz edenler…
Bir de geçmişe oranla farklı bir "örtülü kadın tipi"yle karşılaşıyoruz. Tesettürle bağdaşmayan kıyafetler, ilginç süsler ve yol ortasında eşiyle de olsa toplumun yadırgadığı hareketler… Veya başörtülü bir annenin yanında başı açık ve olabildiğine beden saçık giyinmiş, yirmili yaşlara merdiven dayamış kızlar…
Açıkçası, "yozlaşma" diye ifade ettiğimiz bir olumsuz değişmeyle karşı karşıyız. Bu yazımızda bunun nedenleri üzerinde duracağız.
Müslüman kadının görüntüsünde ve aile hayatında görülen değişmenin, kişilere göre değişim gösteren pek çok nedeni vardır:
Geleneksel dindarlık batılı hayat tarzına yeniliyor.
İnsan, farklı bir hayat tarzıyla karşılaştığında, genellikle dört aşamalı bir süreç yaşar:
Birinci aşamada farklı yönler dikkatini çeker, karşısındaki kültürün ona yabancı olduğunu fark eder.
İkinci aşamada kendisine yabancı bulduğu bu hayat tarzından korunması gerektiği düşüncesine varır, kendi hayat tarzına daha sıkı sarılır. Yeni ortamda kendi benzerlerini arar, onlarla birliktelik oluşturur ve eskisinden daha disiplinli yaşar.
Üçüncü aşamada tepki duyduğu hayat tarzında alınabilir yönler bulur, bu yönler bilinçle veya taklitle almaya başlar, ortaya karışık(melez), soysuz (tam olarak bir yere ait olmayan) bir hayat tarzı çıkar.
Dördüncü aşamada tepki duyulan hayat tarzı, farkında olunarak veya genele uyma taklidiyle asıl hayat tarzı olur, eski hayat tarzı reddedilir, unutulur.
Anadolu'nun farklı yörelerinden gelen aileler, şehirlerde karşılaştıkları Batılı hayat tarzından önce ürktüler; kendi değerlerine köyde olduğundan daha çok sarıldılar ancak bu eğilimleri şuurla ve cemaatleşmeyle desteklenmediğinden zamanla törpülendi. Değişimin üçüncü aşamasına geçtiler. Dindarlıklarını gösteren simgeler ve tutumlarla yozlaştırılmış Batılı tutumlar, onlarda bir arada göründü. Bu yozlaşmış, soysuzlaşmış hâl içinde kadın, başı örtülüyken kollarını açmada bir sakınca görmüyor ya da genç kız örtülüyken bir genç erkekle, sözde Batılı görüntü içinde, belki aklı başında bir Batılı'nın bile sokak ortasında tasvip etmeyeceği bir içli dışlılık yaşayabiliyor.
Melez kültür aşamasındaki kadın, ne dindardır ne de modern. Dindarlık gösterisi için eşarbı yeterli bulur. Bir erkekle içli dışlılığı ise bilerek veya bilmeyerek modern görünmenin, medenileşmenin(!), modernleşmenin, köylülükten kurtulup şehirlileşmenin tek göstergesi sanır.
Modernleşme gereği ve modernleşmenin yüceliği(!) zihinlere kazına kazına başı örtülü bir anne, kendi açılmasa da kızının açık olmasından gizli bir gurur duyabiliyor. "Örtün örtün dedik de o böyle tercih etti" diyerek ifade ettiği vakada kendisiyle ilgili olan kısım aslında kızını tercihinde serbest bırakmış olmasıdır, bunu (gizlice) kendisinin köylülükten uzaklaşıp modernleşmesinin bir belirtisi olarak satıyor, buna karşılık da çevreden bir kabul bekliyor ve çoğu zaman fazlasıyla da alıyor.
TELEVİZYON SOYSUZ BİR DİNDARLIK YETİŞTİRİYOR
İslamileşme, kendi mecrasında yüz yüze tebliğin bir neticesidir. Bir dönem, tebliğ dergi veya kitaba kaydı. Dergi ve kitap, bir mekânda satıldığından, böylece okuyucuyla dergiyi sunan arasında bir bağ kurup çevre oluşturduğundan çok olumsuz bir ortamın oluşmasına engel oldu.
"Televizyon tebliği" bundan farklı. Televizyon, soysuz kültürün baş üreticilerindendir. Bilgiyi verir,  insanları etkiler ancak alıcıyla bir bağ oluşturmaz. Alıcının yanlış anlamalarını düzeltecek, bilgiyi yanlış uygulamasını engelleyecek bir mekanizma kurmaz.
Öte yandan, modern çevrelerin tepkilerini çekmeme, izleyici kitlesinin her rengini koruma, sözde herkese seslenme ve (geçmişte) devlet kurumlarını kızdırmama gibi endişelerle televizyon programlarında İslam gereği gibi anlatılmaz, "cepheleşmeye yol açma suçlaması korkusuyla,  İslam'ın neyi reddettiği tam açıklanmaz; hak, batıldan ayrılmaz, bir ara renkte bırakılır. İzleyiciye melez, soysuz bir düşünce ve hayat tarzı sunulur.
Televizyonun en önemli izleyici kitlesini oluşturan kadınlar, televizyondaki vaazlardan etkilenip örtünüyor ancak bir cemaat bağına ulaşmıyor; dindar insanların hayat tarzını özümsemiyor, bir dindarın yapmaması gerekenleri bilmiyor, bilse dikkate almıyor, alamıyor.
MÜSLÜMAN KADIN, PROPAGANDADAN ETKİLENDİ
Dindar kadının 1994'teki belediye seçimlerinde Türkiye'nin siyasi hayatı üzerindeki etkisinin görülmesinden bu yana "Müslüman kadın"a yönelik, aileyi de içine alan şiddetli bir kötüleme kampanyası yürütülüyor. Müslüman kadın, "Doğulu kadın" ve "Köy kadını" olarak tasvir edilip onun hayat içindeki rolü sürekli kötüleniyor ve açıkçası kendi hayat tarzına karşı, öncelikle aile içinde, isyana çağrılıyor.
Bu bağlamda ailede İslamî hâl, "Köy hâli", "Doğu hâli", "Kürt hâli" diye toptan korlanıyor. Böylece Müslüman kadına saldırı, dine hakaretin dışına çıkarılıp kamufle ediliyor, meşrulaştırılıyor ve saldırı, davranış değiştirmeye yönelik korkunç bir kampanyaya dönüşüyor.
Dindar kadının bilinci, bu saldırı karşısında zayıf kalıyor; o saldırılara maruz kala kala farkında olmadan özde dindar, isteklerde modern oluyor, kocasına ve çocuklarına farkında olmadan (Belki ana farzlar ve yaygın haramlar dışında) Batı tarzı bir aile hayatını dayatmaya başlıyor.
İslamî ailede esas olan "bireyin farklarının korunduğu birliktelik"tir. Erkeğin erkek, kadının kadın kalarak görev paylaşımı içinde bir bütünlük oluşturmalarıdır. Batılı hayat tarzında ise ailede bütünlüğün sağlanmadığı ancak görev paylaşımında erkekle kadının tekleştiği (aradaki farkların yok sayıldığı) bir aile yapısı söz konusudur. Genellikle anne-baba ve çocuktan oluşan Batılı aile, gerçek bir aile olmaktan öte, "eşler" arasında nikâh akdine dayalı bir resmi ilişki kurumudur.
BATI'NIN VİTRİNLİK HAYATI GERÇEK HAYAT SANILIYOR
Batılı kadın ve erkek, günün çok az bir vaktinde birlikte kalıyor. İşin her şeyden önce geldiği Batılı hayatta, bir araya geliş bazen haftada bire kadar düşebiliyor. Kimi evliliklerde, erkekle kadın asla aynı evi paylaşmıyor, sadece belli aralıklarla bir araya geliyor. Bu hayat tarzı olabildiğince resmidir. Böyle olunca, kadınla erkeğin birlikte bir yemek yapmaları bir tören, yemek yemeleri bir tören, sorunlarını konuşmaları bir tören, alışveriş bir tören, çocuklarını parka götürmeleri veya kreşte ziyaret etmeleri bir tören oluyor ve çoğu zaman televizyona sadece bu her tür olumsuz tarafları makaslanmış törenler yansıyor.
Ne var ki Müslüman kadın, onların kendisi gibi aynı çatı altında ve aynı koşullarda hem de bu şekilde kavgasız gürültüsüz yaşayabildiğini sanıyor, o görüntüleri hayatlarının tek hâli olarak görüyor ve bizim koşullarımızda "tekleşmiş" bir hayat istiyor.
Müslüman kadın, o görüntüdeki hayata özenip kocasının kendisiyle birlikte mutfakta çalışmasını, her alışverişte yanında olmasını, kendisiyle aynı diziyi hatta dedikodu programını seyretmesini, dahası mahallenin dedikodusunu kendisinden dinleyip taraf tutma noktasında kendisinden yana olmasını istiyor, "kadınlaşmış bir erkek portresi" oluşturuyor.
Kocası, kendisine bu tekleşmiş hayat isteği karşısında İslamî sorumluluk ve sınırları hatırlattığında onun için "gerilik", kendi açısından ise "köylülüğe zorlanış" tasavvurları oluşturuyor. "Sen, baban gibi yaşamak istiyorsun, beni eski kadınlar gibi görüyorsun" demeye başlıyor, aileyi baştanbaşa gerginliğe sürüklüyor.
TOPLUM 'BABA ZAYIFLİĞA' SÜRÜKLENİYOR
Yeni dünya düzeni, (bilinç düzeyi dikkate alınmaksızın) öne çıkardı.  "Baba zayıf bir toplum mu oluyoruz?" endişesini haklı çıkaracak aileler türedi.
"Baba zayıf" ailelerde anne otoriteyi eline alır. Kadınların otorite oldukları toplumların en önemli özelliği kontrolsüz bir değişim isteğinin öne çıkması ve toplumun hızla "güçlü görünen" yaygın kültürlere doğru kaymasıdır. Bu tercihte bir tahlil yoktur, sadece üstün görünene özenme vardır.
Müslüman erkek, İslamî bir bilinçle evde şiddet uygulamıyor. Yine aynı bilinçle kadınını belli bir ölçüde işlerine katıyor. Ancak televizyonların yaydığı ve kimi kadın hocaların da dillendirdiği "sen her şeysin" feminist yaklaşımı kadını bunu gün geçtikçe erkek otoritesinin kalmadığı bir aile ortamı oluşturmasına götürüyor. Erkek otorite kaybını hissettiği an, huzursuz oluyor ve ailede sıkıntılar baş gösteriyor.
Müslüman kadının bilinci(şuuru) bir değişimi yönetebilecek kadar güçlü değil. Müslümanların ekonomik koşulları da kadının özenmeden kaynaklanan değişim isteğiyle orantılı değil. Müslüman kadın, farkında olmadan, İslam'la ve ekonomik koşullarıyla bağdaşmayan isteklerde bulunuyor. Örneğin, kocasıyla kol kola dolaşmayı veya televizyonda gördüğü çok lüks bir koltuk takımını satın almayı gayet tabii bir dille isteyebiliyor.
Kendisine Hz. Peygamberin hayat şekli hatırlatıldığında ben bunu biliyorum, diye tepki gösteriyor, hatta dinin kendisinin ezilmesi için kullanıldığı duygusuna kapılabiliyor.
'BABA ZAYIF' BİR TOPLUM OLMAK FELAKETTİR
İnsan, bilgi karşısında çoğu zaman bir makine gibidir. Esas olan, bilginin bilince dönüşmesidir. Bilinç, bilginin inanç ve yarar doğrultusunda işlevsellik kazanması, kullanılabilir olmasıdır.
Makineler de bilgiyi kaydeder, dolayısıyla bilgi taşımak insana özgü değildir, insan için tek başına yeterli de değildir. Bilinç ise iradenin ürünüdür ve sadece insanda bulunur.
Müslüman kadının bilinci, karşılaştığı Batı kültürünü süzgeçten geçirmeye, kendisini onun gizli etkilerine karşı korumaya yetmediği gibi kendi davranışını tartmaya da yetmiyor. Bunun için kocası kendisine "Sen, başkalarına özeniyorsun" dediğinde şiddetli bir tepki gösteriyor. İslam'la ilgili bilgisini hatırlatıyor. Koca da çoğu zaman bilgiyi göz önünde bulundurarak karısının özenmeyi reddetmesini kendisini bile bile kandırmaya çalışmak olarak görüyor ve özenmeden de daha çok, bu duruma öfkeleniyor.
Müslüman kadın, özenme hâlini yaşarken, başka bir kültür karşısındaki şaşkınlıkla, hevesi bilincine ağır basıyor, bilinçle hareket etmiyor, kendisini unutuyor, o özenme hâli onun hafıza kaydına geçmiyor. Kocasına da o hâlini bilmeden cevap veriyor. Yalan söylemiyor, durumun bilincinde değil.
Çözüm, kocanın ailenin idaresini bilinçsiz özenme hâli içinde olan kadına bırakmaması ve ailede otoriteyi eline almasıdır. Şiddet uygulamamak, otoriter olmamak anlamına gelmez. Şuur ürünü bir otorite, bütün gelişmekte olan toplumların hayat sigortası olduğu gibi köyden, kasabadan şehre gelen ve Batı kültürüyle yüz yüze kalan Müslüman ailenin de şimdilik tek sigortasıdır.
Bu ortamda "baba zayıf" bir toplum olmamızın neticesi eriyip tükenmekten başka değildir. Ancak bu otoriter yapının kadının Batı kültürü karşısında hızla bilinçlendirmesi yönünde kullanılmalıdır. Bu bilinçlenme aşaması uzun sürdükçe sorunlar karmaşıklaşacaktır.
BU YAZININ ŞU GERÇEK DİKKATE ALINARAK OKUNMASINDA YARAR VARDIR: Yakin derecesine ulaşmış bir iman, zırh gibidir; insanı her tür coğrafik, sosyal ve özel durumlara karşı korumaya alır. Kişi her nereye giderse gitsin, iman, onun İlahî emirlerle şekillenmiş kişiliğini dış etkenlere ve dış etkenlerin yol açtığı iç tereddütlere karşı muhafaza eder.
Yakîn iman derecesine ulaşmış mü'min için mekân, zaman değişikliği anlamsızdır. Onun manevi hâli ve bunun amellerine yansıyış biçimi maddi etkenlerin üzerine çıkmış, bu etkenlerden doğan olumsuz koşulların etki gücünü aşmıştır.

Bütün sorunlarımızın kaynağında böyle bir imana ulaşmamak veya böyle bir imandan uzaklaşmak vardır, dolayısıyla bütün sorunlarımızın çözümü, böyle bir imana ulaşmaktır.







Hiç yorum yok:

Popüler Yayınlar

Blog Widget by LinkWithin

İslam İlmihali