Hz. Ömer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Ömer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Temmuz 2009

Hz.Ömer'in Ayakkabıları

Hz. Ömer Radiyallahu Anh, halife olduğu yılların birinde Ebu Ubeyde bin Cerrah ile birlikte Suriye’ye gidiyorlardı. Önlerine bir dere çıktı.

Hz. Ömer devesinden indi.

Ayakkabılarını çıkarıp omuzuna attı. Devenin yularından tutup suya girdi. Bunu gören Ebu Ubeyde bin Cerrah,

“Ey Mü’minlerin emiri. Bunu nasıl yaparsın? Ayakkabılarını çıkarıp omuzlarına atıyor, devenin yularından tutup suya giriyorsun. Şehir halkının seni bu vaziyette görmesi, doğrusu beni çok üzer…”

Bunu duyan Hazreti Ömer -radiyallahu Anh- şunları söyledi:

Bu ne biçim söz Ebu Ubeyde! Eğer bu sözü sen değil de başkası söyleseydi, onu Muhammed ümmetine ibret olacak şekilde cezalandırırdım. Şunu unutma! Biz çok basit bir kavim idik. Allah Teala bizi İslâm ile şereflendirdi. Şan ve şerefi, dinden başka bir şeyde ararsak, Cenabı Hakk, bizi tekrar eski halimize dönüştürür.

Abdullah b. Mubarek, Kitabu’z Zuhd, Hakim, El Mustedrekhab

23 Haziran 2009

İran, Devrim ve Namaz

Bazen, kütüphanenizde aylardır, hatta yıllardır ilişmediğiniz kitaplar birden gündeminize giriverir.

İran'da seçim sonrasındaki iç savaşı hatırlatan üzücü manzaralar, hepimize “İran'a ne oluyor?” sorusunu sordurttu ve eminim ki, cevabını aramaya da sevk etti. Ortada bir yığın siyasal, sosyal, stratejik analiz uçuşuyor; komplo teorileri konuşuluyor. Bu köşenin bu türden analizlere mesafeli durduğunu biliyorsunuz. Biz olaya farklı bir yerden bakacağız. Kütüphanemdeki iki kitapta yer alan iki anekdotu sizlerle paylaşıp kanaatimi arz edeceğim:
Birinci kitap: Asaf Hüseyin'in “İran'da Devrim ve Karşı Devrim” isimli kitabı (Pınar Yay: İst-1988). Kitap, elbette 1979 İran Devrimini, devrimin temel dinamiklerini, İran'daki güç dengelerini ve özellikle dışarıdan tezgahlanan karşı devrim çabalarını analiz ediyor. Benim dikkatimi çeken ilginç husus; otuz yıl öncesinde, ulemâ sınıfı arasında ciddi ve derin ayrılıkların mevcut olması. Yazar, devrime karşı çıkan Şeriatmedari tipolojisini uzun uzun analiz etmiş. Devrimi takip eden otuz yılda, ulema arasındaki bu türden ya da sonradan oluşan ayrılıkların, derin ihtilafların tamamen izale edilemediği anlaşılıyor.
İkinci kitap: Muhammed Selahaddin'in “Özgürlük Arayışı ve İslâm” adlı kitabı (Pınar Yay: İst-1989). Bu kitaptaki bir anekdotun, İran İslam Devrimindeki bir soruna farklı bir pencere açacağını düşünüyorum:
“Hz. Ömer (r.a) bir gece yürüyüşü sırasında, bir kişinin evinde şarkı söylediğini duydu. Hz. Ömer bunun üzerine kuşkulandı ve duvara çıkıp evin içine baktı. Orada hem içki hem bir kadın olduğunu gördü. Hemen (içeri girip) seslendi: 'Ey Allah'ın düşmanı! Sen Allah'a itaatsizlik edeceğini ve Allah'ın da senin itaatsizliğini dünyaya açıklamayacağını mı sanıyorsun?' O kişi cevap verdi: 'Yâ Emîre'l-Müminîn! Acele etmeyin, sakin olun. Ben bir günah işledimse, siz üç günah işlediniz. Allah, gereksiz merakı (tecessüs) yasaklamıştır; siz merak ettiniz. Allah, başkalarının evlerine kapılarından girilmesini emretmiştir; siz duvardan çıkıp geldiniz. Allah, başkalarının evlerine izinsiz girilmemesini istemiştir, siz ise iznim olmadan evime girdiniz.' Hz. Ömer bunu duyunca; 'Ben seni affedersem, sen de beni affeder misin' dedi. Adam da; 'Affettim gitti' dedi (s.251). Bu olayın devamına dair şöyle bir anekdotu da eklemeliyim: “Bu adam Hz. Ömer'le bir türlü göz göze gelmek istemez. Bunu fark eden Hz. Ömer, onu ilk gördüğünde yanına çağırır. Adam, 'eyvah, Ömer sırrımı açığa vuracak' diye korkarken, Hz. Ömer; 'Kulağını bana yaklaştır' der ve ekler: 'O olayı dışarıda bekleyen arkadaşıma bile anlatmadım'. Adam rahat bir nefes alır. Hz. Ömer'e: 'Kulağını bana yaklaştır' der ve şunu söyler: 'Ben de o günden beri ağzıma bir damla içki koymadım'.
Diyeceksiniz ki; bu anekdotla ne anlatmak istediniz? Müsaadenizle, bir görüşmeyi de paylaşayım:
Namaz Gönüllüleri Platformu'nu oluşturup faaliyete başladığımız günlerde; İran radyosunun Türkçe servisinden arayıp sordular: 'Bu kadar farklı kesimden aydınların namaz için bir araya gelip platform oluşturmaları çok ilginç. Biz İslami hayat tarzını yukarıdan aşağıya yaymaya çalışıyoruz ama sıkıntılar yaşıyoruz; siz ise aydın kesimin öncülüğünde namazı halka sevdirmeye çalışıyorsunuz.' Sonraki görüşmede, İran'da “Dua Festivali” türü kampanyaların yapıldığını söylediler. Ama yukarıdan aşağı bir yaşam biçimini yaygınlaştırmanın öyle kolay olmadığı, otuz yıllık devrim sürecinin geldiği son noktadan anlaşılıyor.
İmdi, Namaz Gönüllüleri hareketinin üç yıllık mütevazı çalışması şunu ortaya koydu: Biz Müslümanlar, şimdiye dek, namaz bilincini İslami çalışmalarımızın merkezine alamamışız. Her mezhebin, meşrebin, cemaatin kendine göre farklı öncelikleri olmuş. Oysa İslam'ın ilk yıllarına; vahyin inişiyle başlayan o muazzam inkılâp sürecine baktığımızda şunu görürüz: Peygamberimiz (s.), 23 yılda, cahiliyenin en dip çukurundaki bir toplumu tarihin en örnek toplumu haline Kur'an ve namazla getirdi. Yani onların kalplerini, ruhlarını yıkayıp arındıran, zihinlerini, düşünce kodlarını, davranış kalıplarını, değer yargılarını değiştirip yeni bir forma sokan, onları “sıbğatullah” ile yani tevhid boyasıyla boyayan elbette Kur'an'dı. Ama Kur'ân'ın ve Peygamber'in (s) Tevhid'den sonra emrettiği ilk amel de “Tevhîd eylemi” olan namazdı. İlk müminleri sürekli diri ve dirençli tutan, önce 2 vakit, Miraç'tan sonra 5 vakit omuz omuza kıldıkları namazlar ve Kur'ân ayetleri idi. Yani İslami pratiğin omurgası başından beri namazdı. İmandan sonra emredilen ilk farz olması itibariyle, bütün zaman ve mekânlarda İslami çalışmaların öncelemesi ve önemsemesi gereken ilk esas namaz olmalıydı. İşte Namaz Gönüllüleri böyle bir eksikliğin telafisi için ortaya çıktı. Daha açık söyleyeyim, misallerle: Oruçtan önce namaz! Zekattan önce namaz! (Kur'an namazla zekatı birlikte zikreder ama namaz öndedir.) Hacdan çok önce namaz! Tesettürden önce yine namaz! İçki ve faiz yasağından önce namaz! Yani; insanlar önce imanın tadına erecek, Tevhîd'in hakikatini kavrayıp hayatlarının merkezine Allah'ı koyacaklar, hemen ardından Tevhîdin pratiği olan namazla Tevhid şuurunu sürekli zinde tutacaklar; sonra da İslam'ın hukuk ilkelerini peyderpey yaşayacaklar. İslâm'dan, Kur'ân'dan bîhaber insanlara bütün kuralları birden boca ettiğinizde bunu kaldıramazlar. Bu, fıtrata da terstir. Ben, İran'da yaşanan sıkıntının bir yönüyle bu silsile-i meratib ile alakalı olduğunu düşünüyorum.

19 Haziran 2009

Hz. Ömer'den bir mektup, anlayana...

Serhan Altıparmak
“Siyasetname”ler kültür tarihimizin önemli klasiklerindendir. Geleneğimize göre hikmet ehli zatlar idarecileri uyarmayı vazife sayarlar. Siyasetnameler işte bu uyarıların toplandığı eserlerdir.
Meşhur siyasetname yazarlarından biri de dokuzuncu asırda Endülüs’te yaşamış olan İbn Abdirrabbih’dir.
Bir kaç hafta önce İbn Abdirrabbih’ten bir kaç örnek vermiştim...
Türkçe’ye “Hükümdar ve Siyaset” adıyla çevrilen kitap, sadece hükümdarlara değil her kademede idarecilere ışık tutacak bir rehberdir.
Kitapta İbn Abdirrabbih’in özellikle Hz. Ömer’den sıklıkla örnekler vermesi, bu büyük halifenin adaletinin değerini bize yeniden hatırlatıyor.
Kitap, bu meyanda Hz. Ömer r.a.’ın Ebu Musa el-Eş’arî’ye yazdığı mektuba da yer vermiş. Birlikte okuyalım:
“Davalı sana şikâyetini arz ettiğinde onu anlamaya çalış! Geçerliliği olmayan bir haktan bahsetmek yarar sağlamaz. İnsanların senin meclisindeki yerleri eşit olsun! Öyle ki, ne güçlü kişi senin zayıf düşmeni arzulasın, ne de zayıf kişi senin zulmünden korksun...
Şu kesin kuralı unutma: İddia sahibi delil sunmalı, inkârcı ise yemin etmelidir. Müslümanlar arasında barış sağlamak gerekir.
Daha önce vermiş olduğun bir hüküm hakkında yeni bir hüküm vermen için engel yoktur. Onu kendi içinde ölçüp biçtiğinde geri dönmen gerekiyorsa, geri dön! Bu durum, yanlış bir yargıya meyletmekten daha hayırlıdır.
İddia sahibine belli bir süre tanı! Eğer kanıtını getirirse lehine karar ver, yok şayet getiremezse aleyhine hüküm ver! İnsanlara eziyet etme!
İnsanların yöneticilerine karşı nefretleri olur. Kişisel tutkularına kapılıp, dünya peşinde koşan biri olmaktan sakın!
Hakları zamanında ver! Günde bir saat bile olsa yüksek memurlarla ilgili şikâyetleri dinle; onları dava edenler için mahkeme kur!
Zalimleri korkut ve onları dağıt! İnsanlar için çözümü ve başarıyı, tevazu ve muhabbetle iste! Onların hastalarını ziyaret et! Cenazelerine katıl! Onlara kapını aç! Sen de onlardan birisin, ancak Allah senin omuzlarına onlarınkine göre daha ağır yük yüklemiştir.
Sen Allah’ın yarattığı hayvanlar gibi sorumsuz bir semirici olmaktan kaçın! Zira hayvanın tavlanması kesilmesine sebep olur.
Şunu bil ki, idareci saparsa yönetilen de sapar. Selâmetle.”
http://www.yenialanya.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1735:hz-omerden-bir-mektup-anlayana&catid=143:serhanaltiparmak&Itemid=63

17 Haziran 2009

ÖLÜM ANLATILABİLİR Mİ ?

Hazret-i Ömer, Ka'b-ül-Ahbâr'a dedi ki:

- Ey Ka'b, bize ölümden bahset.

- Ölüm, insanoğlunun vücûduna sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her bir dikeni onun bir damarına batar. Sonra o ağacı kuvvetli bir insan şiddetle çeker. Her bir dikeni bir damara saplanan bu ağaç, çekilince kopardığını koparır, bıraktığını bırakır...

Dört şey vardır ki, onların kadrini ancak dört kişi bilir:

1- Gençliğin kadrini ancak ihtiyarlar bilir.

2- Selâmetin kadrini ancak belâya düçâr olanlar bilir.

3- Sıhhatin kadrini ancak hastalar bilir.

4- Hayâtın kadrini de ancak ölüler bilir.

Ölümü niçin anlatmazlar?

Abdullah ibni Ömer anlatır:

Babam sık sık şöyle derdi:

- Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!..

Nihâyet gün oldu. Babama da ölüm geldi. Aklı başındaydı. Konuşabiliyordu da. Kendisine dedim ki:

- Babacığım, ecel gelmeden önce sen, "Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!" derdin.

Benim bu hatırlatmama cevâben dedi ki:

- Ey oğulcuğum! Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Bununla berâber sana ondan bir nebze bahsedeyim. Allaha yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki rûhum iğnenin deliğinden çıkarılıyor. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım...

11 Haziran 2009

Nasihat olarak ölüm sana yeterha

‘‘Bize nasihat et ey Allah’ın Resulü ’’ diyen Hz. Ömer'e (r.a.) hitaben, Peygamberimiz (s.a.v. ): ‘‘ Nasihat olarak ölüm sana yeter, ey Ömer! ’’ buyurmuştur.Eğer ki bir insan ölümden herhangi bir ibret ve nasihat almıyorsa, başka hiç birşeyden alamaz .

Kuşkusuz ölüm bir gün kapımızı çalacak, fakat o anı belirleyen biz olmayacağız.Ölümün ihalesi, hilesi, iptali,imtiyazı, iltiması yok. Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun Suresi, 11) Ölüm geldiğinde kaskatı bir haldeki bedeniniz evin bir odasında veya bir hastane morgunda bekletilecek, ardından kefene sarılarak dar bir tabutun içinde cenaze arabasına yerleştirilip mezara götürülecektir. Sonra bedeniniz sizin için açılmış bir çukurun dibine bırakılacak, üzeriniz iyice toprakla örtülecektir. Ve yakınlarınız mezarınızın başında ağlaşırken ruhunuz tüm bunlara şahit olacaktır.Bir zamanlar itinayla baktığınız bedeniniz kısa bir süre içinde çürümeye, kokuşmaya başlayacak, geriye sadece bir kemik yığınından ibaret iskeletiniz kalacaktır. Ve unutmayın, bu günle mutlaka karşılaşacağız; eninde sonunda bir gün bedenimiz toprağın altında yapayalnız kalacaktır.

İnsan bedeninin ölümden sonra girdiği hal kuşkusuz ibret vericidir. Böyle bir görüntüyle birkaç dakika hatta saniyeler süresince muhatap olmak bile bir insan için dayanılmazdır.Tüm bu gerçeklere rağmen insanların çoğu dünyayla ilgili her konuda kendi çıkar ve menfaatlerini en ince ayrıntılarıyla hesaplarken, kendileriyle ilgili en büyük hakikat olan ölümü hesaba katmazlar.

Dünya hayatı ahiret hayatına göre rüya gibidir. Hadis-i şerifte, "İnsanlar uykudadır,ölünce uyanırlar" buyurulur.Fakat insanın öldükten sonra uyanması ona bir fayda sağlamayacaktır.Ölüm anı kafirler ve zalimler için çok şiddetli olacaktır. "Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve onun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hallerini bir görsen!" (En'am 93)

Sonsuz adaletli ve şefkatli olan Allah; herkese, öğüt alabileceği kadar bir zaman tanımıştır. Ancak bu süre dünya hayatıyla sınırlıdır.Yani hataların telafisi samimiyetle yapıldığı takdirde ancak dünyada mümkündür. Ölümle birlikte artık telafi imkanı ortadan kalkacak, sonsuz bir pişmanlık başlayacaktır:

İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

Sonunu düşünmeyip dünyaya aldanan insan, ipek böceği gibidir. İpek böceği kendine yuva örer ve sonunu bilmez. Sonra oradan çıkmak ister, çıkacak yer bulamaz, ördüğü yuvasında ölür ve çalışması başkalarına yarar.

İbn-i Muti bir gün evine bakarken evin güzelliğine hayran kaldı ve sonra hüngür hüngür ağlayarak şöyle dedi;

Allah'a yemin ederim ki, eğer ölüm olmasaydı, seninle mutlu olur, sevinirdim. Eğer varacağımız kabirlerin darlığı olmasaydı, dünya ile gözlerimiz aydınlanırdı.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir:

Ölüm meleği, her eve günde üç kere bakar. O evde kim rızkını bitirir ve ömrünü tüketirse onun ruhunu alır. Melek, onun ruhunu alınca, evdekiler onun için ağlamaya başlarlar. Melek evden çıkarken dönüp onlara şunu söyler:

Bu benim son gelişim değildir. Ben hepinizi alıp götürene kadar buraya gelip gideceğim.Ev halkı meleğin bu sözünü duyabilseydi, öleni bırakıp kendileri için ağlarlardı.

Eskiden mezarlıklar yerleşim yerlerinin tam içinde olurmuş.Bundan maksat insanlara ölümü hatırlatmakmış.Mezarlar lisanı halleriyle insana çok şey anlatırlar.Orada yatanlar da bir zamanlar bizim gibi yaşamış,evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış,para kazanma derdiyle günlerini geçirmiş, sonunda emaneti sahibine teslim etmiş ,berzah aleminde kıyameti beklemektedirler.Mezarların üstüne dikilen mermerler, çiçekler, ölünün hayatını güzelleştirmez.O mermerler ve çiçekler sadece geride kalanların itibarını kurtarır ve sadece dünyadakilere hoş gelir.Oraya ancak iman ve iyi amellerle gidenlerin kabri aydınlık olur.O halde halde insanın yapması gereken, öleceğini asla aklından çıkarmamak ve vakit varken Rabbini razı edecek amellerle hayatını sürdürmektir. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi:

Yaşadığınız gibi öleceksiniz, öldüğünüz gibi diriltileceksiniz ve diriltildiğiniz gibi haşr olunacaksınız.

Popüler Yayınlar

Blog Widget by LinkWithin

İslam İlmihali